Universes in Universe

Für eine optimale Ansicht unserer Website drehen Sie Ihr Tablet bitte horizontal.

Sanatçının Sorumluluğu ya da Alabildiğin Eleştirel Mesafe Özgürlüğündür

Övül Ö. Durmusoglu

Oyunların henüz bilgisayarlarda ve konsollorda değil masa başında oynandığı zamanların en popüler kutu oyunu Monopoly Londra ve New York gibi finans merkezlerinin sokaklarına aşina olmamızı sağlardı; oyunu pazarlayan şirketin deyimiyle “oyunda bile olsa herkesi emlak kralı yapan” Monopoly sayesinde Londra'nın PallMall, Whitehall gibi iş alanları aklımıza yer etti. Yirmi yıl öncesinden bahsediyoruz tabii. Nescafe'nin valizle getirildiği dönemlerden. Nayat Karaköse Agos gazetesinde yerel seçim sonrasında dile gelen populist ve ayrımcı sıfatların ötesine geçen önemli bir seçmen analizi yaparken vaktini AVM'lerde ve global markaların dükkanlarında geçiren 'hazcı ve istikrarcı' yeni bir nesilin varlığına dikkat çekiyor. Monopoly'nin bilinen ilk kaynağı Amerikalı Lizzie Maggie'nin 1903'te kira mekanizmasının mal sahiplerini zenginleştirip kiracıları fakirleştirdiğini göstermek için geliştirdiği The Landlords' Game. Oyun politik ve karmaşık bulunduğu için popüler dolaşıma girmese bile yıllarca farklı formatlarda oynanmış. Londra'da herhangi bir Mc Donalds'da oyunun yeni kampanyalarını görmeniz mümkün. Monopoly'nin Türkiye için özel bir versiyon üretmeye karar verdiği tarihin 'hazcı ve istikrarcı' neslin arkaplandaki global ekonomik krizle patlama yaptığı, İstanbul'un kültür başkenti yapıldığı 2010 olması bir tesadüf mü?

Burak Delier'in iniva'da yeni açılan “Freedom has no script” sergisine giderken Londra'nın kuzeydoğu hattında kimbilir kaçıncı kere yıkılan ve yeniden yapılan bir ana cadde üzerinde ilerliyoruz. Yanımdaki Sidneyli sanatçı arkadaşımla Monopoly'den, riskten, daha fazla güç için daha fazla risk almak gerektiğini Makyavel inceliğinde ele alan ve gerçekliğiyle ürperten televizyon dizisi House of Cards'dan bahsediyoruz.

“Freedom has no script” sergisinde Burak Delier bu yeni hazcı ve istikrarcı Türkiye'nin işleme ve ilişkilenme biçimlerine işaret eden farklı bir tablo çiziyor. Bu tablonun Gezi Parkı'nı birdenbire alev alan bir orta sınıf ayaklanması olarak görmekte ısrar eden batılı medya bakış açısının beslendiği ana şehirlerden biri olan Londra'da yeniden çizilmesi ise başka bir önem taşıyor. Ayrıca sanatçının işlerinde yeniden ürettiği beyazyakalı sahnelerin geçtiği iş merkezi kuleler ve gökdelenlerin İstanbul'u ziyarete gelen ve takip eden çoğu uluslararası sanat çalışanı için bir görünmez olduğunu unutmayalım.

iniva Londra'nın kendine özel bir yer edinmiş niş kurumlarından biri; kültürel çalışmaların getirdiği düşünce biçiminden beslenen geniş, bağımsız ve çok renkli bir politik perspektifi var. Kurumun bu yıl ilk defa verdiği üretim ödeneğini alan Burak Delier, iniva direktörü Tessa Jackson'la “Koleksiyonerin Dileği”nden “Kriz ve Kontrol”e uzanan son üç yıllık üretiminden seçtiği işlerin üzerine bu ödenekle ürettiği yeni beyaz yakalı analizi “Songs of the Possessed”i eklemiş. Sanatçı bu son dönem işlerini kapitalist yapıların kendi içinde ve bireylerle kurduğu ilişkilenme jestleri üzerine odaklanan açık sorulu bir deneyim araştırmasıyla kişiselleştirirken; aktivizm, politika ve sanat üçgeninin bazen körleşen tartışma döngüsünden beslenerek çıkmayı başarıyor. Kulağa karmaşık gelebilecek bu cümlenin özü serginin girişinde izleyicileri karşılayan “Balotelli'nin Kaçan Golüne Övgü”sü, küçük bir gözetleme kutusunun içine yerleşen sanatçının kendi üretimini eleştirdiği mobil telefon notları ve beyaz yakalıların içinde bulundukları krizi kontrol etmeye çalışırken tetiklediği 'Kriz ve Kontrol' video yerleştirmesi arasındaki gerilimde saklı. Sanat çevresinin üzerine kurulduğu üretim ve ilişki modellerinin kendisini bir sanatçı olarak nasıl etkilediğini 2012'den 2013'e bir seri notta dile getirirken Delier altını çizdiği yerel bağlamla ilişkilenme, deneyimsel tabanlı işler üretme gibi birtakım notları “Kriz ve Kontrol”de deneyliyor. Öte yandan sanatçı olarak kendi yaşadığı prekar deneyimi portrelerini ele aldığı beyaz yakalılardan farklı görmediğini de ima ediyor izleyicisine. Bu karşılaştırma insanın hayatını kendi özgür iradesiyle yaratıcı biçimde seçmesi ilkesinin neden çalışmadığını da ortaya koyuyor. Marion von Osten, Maurizio Lazzarato gibi sanat ve prekarite ilişkisi üzerine yazan birçok düşünür şuna işaret ediyor: Kendini gerçekleştirme ruhunun zorunlu kıldığı; alınan riskin boyutuyla sınırlanan bu sürekli özgürlük tanımı en etkili biyopolitik kontrol formlarından birine dönüşüyor; çünkü özgürlüğü insanın kendi işgücünü sürekli şekilde kapitalleştirmesine bağlayıp her an yaratıcı olma talebi olarak kalıplıyor. Halbuki sanatçının sergisinin başlığında da dile getirdiği gibi özgürlüğün dikte edildiği bir senaryo yok.

Trader ve sanatçı arasında imzalanan oyunlu anlaşma ise akla Maria Eichhorn'un 2002'de documenta 11 için ürettiği Aktiengesellschaft (Limitli Halk Şirketi) işini akla getiriyor. Her limitli halka açık şirket, minimum riskli şekilde tüm ortaklarına kar payı aktarmayı amaçlar. Tek ortağının kendisi olduğu bu şirkette ise Eichhorn yatırdığı ilk 50.000 euroluk kapitalin değer kazanmaması şartını belirleyerek sadece kapitalist oyun kurallarını sorgulamakla kalmıyor; aynı zamanda sanat işinin üretim ve ticaretini belirleyen çerçevenin üzerinde yeniden düşünmek için alan açıyor. Burak Delier de Eichhorn'un izlediği yöntemi yeniden yorumlayarak sanat işinin anlamını ve nasıl üretildiğini sorgularken içinden çıktığı, sonunda tüketileceği ve alınıp satılacağı toplumu unutmayan kavramsal bir çerçeve, çok aktörlü bir jest üretmiş.

Agambenci bakış açısından jestin potansiyeli gerçekleşme veya gerçekleşmeme ekseninin ötesindedir. Yereli özel egzotik bir durumdan çok genelleşen bir krizin parçası olarak ele alan Burak Delier'in risk, başarı, kazanç, kayıp gibi kavramlar üzerinde düşünürken neredeyse 'barok' bir tavırla belirli jestlerin koreografisine odaklandığını görüyoruz. Genç emlakçı patron emlak piyasasının detaylarını ve işten çıkardığı uyumsuz elemanının hikayesini bir plaza koridorunda başının üstünde durarak anlatıyor. Hikayeyi anlatırken bedeninin aldığı pozisyon etrafındaki mimari dilin içine giderek daha çok yerleşiyor. Buna rağmen gömleği bir nebze kırışmıyor. Yabancılaşmayı vurgulayan bu sert ironi dili belki Delier'e biraz da doksanların sonu ikibinlerin başında Türkiye'de güncel sanat üreten ironik ve muzip oğlanlardan miras. Öte yandan şurası kesin, sanatçı kaydettiği jestlerin sözlerle ve içinde gerçekleştiği mekanla kurduğu ilişkiye kendi öznelliğini dışarıda bırakan bir bakış açısıyla yaklaşmadığı için mizahın bu jestler etrafında bıraktığı belirsizlik aurasını daha rahat algılayabiliyoruz. Sözünü ettiğim tavır iniva'nın desteğiyle üretilen “Songs of the Possessed”de plazada tiyatro alıştırması formunda kurgulanarak daha da belirgin hale geliyor.
Aynı kuşaktan geldiği belli kadınlı erkekli bir grup beyaz yakalı değişen tonlamalarla birbirini yeriyor ve pohpohluyor. Plaza kendi sınırları içinde soyutlanmış küçük bir evren, bu evrenin başarı modeliyse aynı tonlamaları tekrar eden çıkışsız ve uğultulu bir kakafoni. Uğultunun içinden duyulabilen tektük cümlelerse altyazısız.

Geçtiğimiz Haziran maskesini ve kaskını ofis dolaplarında saklayan çok sayıda beyaz yakalı plazalarından çıkar çıkmaz Gezi Parkı'ndan yayılan çoğul sese katıldı. Hepimiz kontratlı ya da kontratsız toplu bir anlaşmaya imza atmış gibiysek de “tüm dünyaya sırtını dönen iç dünya aktivizmidir dünyayı değiştiren” diye boşuna yazmamış Foucault. Hazcı ve istikrarcı yeni Türkiye toplumunun geldiği bu dip noktadan sıyrılıp sıyrılamayacağını hep beraber eyleyerek görebileceğiz.
İçinde olduğumuz dünya kendini aşırı büyütüp ciddiye alarak değil kendiyle dalga geçebilecek ince bir mizahla zenginleşiyor. Bu noktada sanatçının ve sanatçıyla birlikte çalışan yazar çizer sergiler üreticilerin gelecek senaryolar öngörürken sorumluluğu ve özgürlüğü hep o en kritik eleştirel mesafe.

 

>> Image gallery
See the English version of the article

 

Zurück nach oben